Feryat figan içli içli ağlarken,
konuşmamı bile toparlayamıyordum "Ni oldu neye ağlayıveyyon
cocuk" sorusuna... Kuracağım cümle kafamda beliriyor ama ilk
hecesi ağzımdan çıkar çıkmaz böğrümdeki o baskı, heceyi
tekrar tekrar durdurulamaz bir hıçkırık misali tekrarlatıyordu,
ne kadar içlenmişsem... Tanımadığım bu adamcağız, hemen iki
adım atıp, şehirde görmenin hayal olduğu bir su akarının
başına çömelip, onun yakınındaki tasa biraz su doldurup içmemi
telkin etti sonra... Çocuğum işte... Çocukluk, ne vardı o kadar
içerleyecek, ahh ah! Neyse, o bir daha yüzünü bile görmediğim
amca ben suyumu içip sakinleyene ve çenemin ağlamaklı titreyişi
durana kadar yanımda sessizce oturup etrafı süzdü, ben de başımı
öne eğmiştim epeydir, ağlamanın verdiği bir utanç vardı
üzerimde demek ki, öyle ya, referansım, her ağlayışımda "erkek
adam ağlamaz" sözünü söyleyen büyüklerimdi, ağlamak
benim için onur kırıcı bir şeydi o yaşlarda... Yanıma oturan
adamın etrafa bakınmasını fırsat bilmiştim de yeni yeni
kaldırabilmiştim başımı, sonra adamın duvara dayalı
bisikletini izlerken gözlerim dalmış ve biraz da yine olayı
hatırlamanın etkisiyle dolmuştu... Bu süre zarfında değişmeyen
tek şey ise elimde delicesine sıktığım kartlardı, onlardan
nefret ediyordum artık, halbuki ben onları bütün bir yıl ne
büyük umutlarla biriktirmiştim... Adam bisikletini alıp kalktı
gitti yanımdan, belki de ben umurunda bile değildim, sadece biraz
soluklanası vardı... Ya da beni sakinleştirmeyi görev edinmişti
sadece kendine, ne kadar mekanik bir duygu, ne yaşadığımı nasıl
önemsemez? Önemsemediği bu olay yaşanmadan önceki yıl, buradaki
çocukların kibrit kutularıyla oynadığı bir oyun beni pek bir
heveslendirmişti, öyle ahım şahım bir şey de değil ha, bir
sürü kibrit kutusu modeli vardı değişik değişik, ön yüzünü
kesip, pişti oyunu gibi aynılarını denk getiren "ütüyordu",
daha doğrusu onlar öyle biliyorlardı onun ismi bizim mahallede
"kökmek"ti, şimdi ise bana göre doğrusu "yenmek"tir
tabii... O amca yanımdan gitmeden bir yarım saat kadar önce
olacak, köydeki çocuklarla oynarım diye, heyecanla tüm yıl
biriktirdiğim kibrit kutusu kartlarımı alıp yanlarına
süzülmüştüm... Aman yarabbi o ne gergin bekleyişti öyle, bütün
yıl yedek kulübesinde oturup da hocanın gözünün içine yalvarır
gözlerle bakan futbolcu misali... İlk adımı hep karşı taraftan
bekleyen karakterime lanet olsun nasıl riske edebilmiştim tüm
yılımı bilmiyorum, ne olacaktı o çocuklar beni hiç aralarına
almasa peki, tüm yıl heyecanla biriktirdiğin kartlar, kafan
kibritin ucundaki kibrit kutusunun yanına sürttüğünde yanan
ovalimsi kısım gibi yanıp çürütmez miydi tüm gövdeni!?. Neyse
ki çocuklar cana yakındı da hemen başlamıştık oynamaya... Ben
o gün ne ağlamıştım yalnız, hepsi de cana yakın çocuklar
yüzündendi, hep bir şeyleri kazanmak isterken diğerlerini
kaybetmiştim zaten, çocuktum, kaybetmek beni yaralardı, kaybettim,
dakikalarca ağladım... Kibrit kartları, karşılıklı oynayacağım
çocuğun da benim de iki elimizle bile zar zor zaptedeceğimiz kadar
çoktu, minnacık ellerimizle kocaman bir desteye mukayyet olmaya
çalışıyorduk, şimdi görsem ne çok gülerdim o halime...
Kartları seri bir biçimde sırasıyla ve büyük bir
konsantrasyonla atmaya başladık yere, ikimizin de elindekiler
erimeye başlamıştı ama elimizdekiler azalmaya başladıkça tuhaf
bir gerçekle yüzyüze kalmış, birbirimize de elimizdeki kartlar
bitene kadar yeni tanışmanın verdiği çekingenlikten olsa gerek
söyleyememiştik... Başımızda oyunu izlemek isteyen kalabalık,
onların ortasında ise bizim gibi şaşkın iki tane alık... Benim
biriktirdiğim hiç bir kibrit kartının orada olmayacağını
nereden bilirdim. Ne yapılacaktı? Kartları karıştırıp ortadan
bölüp dağıtalım dediler, başka bir oyun oynayın onun galibi
hepsini alsın dediler, yağma yapın biz kapışalım dediler, o
kadar çok şey dediler ki... Onlar ne derlerse desinler kartlar
sonunda benim ellerimde kalmıştı; fakat, mutlu değildim... Kabul
etmedim hiç bir sunulan seçeneği, bunlar beni enayi buldular
kandıracaklar diyordum, bu nasıl bir güven eksikliği değil mi,
ben onların arasına evdekilerin yoğun baskısını aşarak
gitmiştim, ne kadar korumacı aileniz varsa o kadar korkak
oluyorsunuz demek ki! "Yarı yarıya bölüşem gari ne yapalım"
dedi oynadığım çocuk, ben önyargımı kırmaya henüz hazır
değildim, yüzüğünü koruyan Gollum gibi ben hiç bir şeyi
değil, o andan itibaren sadece kendi kartlarımı istiyordum, bütün
kartlar ortada kalakalmıştı, tuhaf bir şekilde bana bakıyordu
tüm hepsi, kandıramadınız tabii yaa diyordum o an içimden...
Kandıramadılar beni işte! Hani öyle bir an gelir de,
beklemediğiniz bir tepki alır buz dağının içine gömerler
sizi... İşte öyle... "Al len hepsi senin olsun o zaman gali,
sen de ne uyuz çıkıverdin, de git bi daha gelme yanımıza, haydin
çocuklar" Onlar gittiler; bütün kartlar benim oldu, ben ise
mutsuz oldum... Bu değildi istediğim, hiç birini bir daha
görmedim... Bana hayatımın en büyük dersini vermediler belki ama
o kibrit kartlarının yeri bende ayrıcalıklı olmuştu... Geçen
yaz eşimle tatil için ayarladığımız bir dağ evinde, şömineyi
yakmak için hiç bir şey bulamayıp, tüm odaları arayıp tarayıp
bir çekmecede bulduğumuz kibrite sığındığımızda, kibritle
yaktığımız şöminenin başında yüzüme vuran sıcak dalga
eşliğinde gözlerim daldığında aklımdan işte bu anı geçmişti,
şimdi ise satırlara sığdı, çocukken gözyaşlarıma sığanlar...
Ersin PERK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder