20 Ağustos 2015 Perşembe

ÖYKÜ - Bir El

11 Ağustos 2008 terör saldırısında kaybettiğim silah arkadaşlarım ve komutanlarımın anısına... 


Biri İstanbul biri Kahramanmaraş diğeri ise Bursa olmak üzere aynı zaman dilimi ve gündeki üç kişi işlerine gitmek üzere yola koyulmuşlardı, hepsi de başka başka işler yapıyorlardı... Biri beyaz eşya tamiriyle uğraşıyordu, diğeri araç kiralama işindeydi, öbürü ise bir mağazada tezgahtarlık yapıyordu... Hepsi de sabahın verdiği mahmurluk ve işe gidiyor olmanın verdiği cansıkıcılıkla ilerlerken, başları, yürüdükleri zeminden bir an olsun kalkıp da geri indiğinde irkilerek durdular! 11 Ağustos 2013 tarihinde, saatler 08:27'yi gösteriyorken bir el, bu üç farklı şehirdeki üç insan irkildiğinde zamanı tam da orada durdurdu...


11 Ağustos 2008

Yazar, yüksek bir tepede, hava hafif kararmışken, bir kum torbasının üzerine oturmuş, dalgın vaziyette, hiç adeti olmasa da başka bir kum torbasına tarih atıyordu... Az önce tutuşturdukları odunlardan yükselen alevler yüzünü aydınlatıyordu... Evinin özlemini duydu içinde, sonra, evine dönemeyecek arkadaşlarını düşündü, daha da sonra, düşünmemeyi tercih etti... Kafasının karışık olduğu çok belliydi, bir şeylerden endişe duyuyordu...



11 Ağustos 2008 günü sabahı

Bıkmıştı, her gün aynı şeylerin olmasından bıkmıştı... Aynı saatte yatıyor, aynı saatte kalkıyor, sonra görev bölgesine aynı sayıda arkadaşıyla çıkıyor, aynı yerleri gözetleyip, aynı saatte yine geri dönüyor, sabah kahvaltısını yapıp yatıyordu... Bu döngüden bıkmıştı, bunu yüksek sesle söylemekten de hiç çekinmedi... 8 aydır farklı bir şey yapmıyordu... Bu durumdan sadece o rahatsızmış gibi hissetti, bu hisden daha da sıkıldı... Görev için çıktıkları tepeden iniyorlardı, tepenin eteklerine yayılmış karakolu koruyorlardı, aman Allah'ım diye düşünüyordu içinden, saldırıya bu kadar açık bir alanda karakolun ne işi var! Bir önceki günün akşamı saat 7 de çıkmışlardı görev yerlerine, şimdi ise saatler sabah 7:12 yi gösteriyordu, aradaki zaman uykusuz geçtiği için üzerlerini dahi değiştirmeden kahvaltıya geçmeyi yeğliyorlardı, çadırdan bozma adına gazino denilen yere kahvaltı için girdiler, tabldotu elinde, sıraya geçti, sıra kendisine geldiğinde kahvaltıyı kimin dağıttığına dahi bakmazsızın geçti hızlıca masaya, biraz sonra arkadaşının kızgınlığını duyup, gülümsedi herkesle birlikte, sobaya ekmek koymuş kızarsın diye, bir uyanık da araklamış... Televizyon açıldı, kimse 40 masalık, her bir masanın 6 sandalyesi de dolu ortamda televizyondan çıkan sesi anlamasa da görüntülerine bakıyordu işte. Evde olsalardı eğer kendi istedikleri kanal açılmasa hır çıkaracak bir dolu insan vardı ama herkes burada kaderine razı geliyordu... Çayından bir yudum aldı, ılıktı, buna şaşırmadı, ekmeğine yağ sürmeye çalıştı, bıçağı bir yerde takıldı, yağ hareket etmiyordu, ekmeği parçalandı, buna da şaşırmadı... Ön sıralardan bir bağrışma sesi duydu, buna şaşırmıştı işte, bir el, zamanı o anda durdurdu... Çok yanlış zamanlamaydı, kalbinde korkunç bir acı hissediyordu!



10 Ağustos 2008 akşamı

Tepeye bir kaç kilometre yürüdükten sonra çıkmışlardı, geldik dedi arkadaşına, yine geldik! Sabaha kadar bekleyecez, dünden ve ya önceki günden ya da daha öncesinden hatta ilk geldiğimiz günden bugüne kadar geçen zamanda olduğundan farklı hiç bir şey olmayacak! Belki sen dedi, bana yeni bir anını anlatırsın ve ya ben unuttuğum bir anım varsa sana anlatırım... Hatta belki dün olduğu gibi ikimiz de anlattığımızı unuttuğumuz bir anımızı tekrar anlatmış oluruz! Ne güzel gece çıkıp sabah indiğimizde de yatıyoruz abi, günler böylece çift çift atmış gibi oluyor, senin sinirlerin bozulmuş biraz, istersen bir revire çık ha? diye cevapladı arkadaşı, istemiyordu gitmek, hem çok revire gidip istirahat alıyor diye onunla dalga geçen onlar değil miydi! Boşu boşuna oradalarmış gibi hissediyordu, amaçsız şeyler ruhuna aykırıydı, artık gece görüşleriyle yakaladıkları görüntüleri bile bildirmiyorlardı hem! Ne diye oradalardı! Boşvermişlerdi çoktan, her aldıkları görüntü ciddiyete alınmaksızın "Domuzduur" diye geçiştiriliyordu. Bu yılgınlığı duyumsarken gözlerini tek bir noktaya dikerek pür dikkat karşı köyü incelemeye başladı, gece görüş dürbününe de gerek yoktu, yükselen, her bir tepeden görülebilecek alevlerdi!..


11 Ağustos 2008 günü sabahı gazinoda yapılan kahvaltı daha önce yapılan hiç bir kahvaltıya benzemiyordu... Bir el durdurduğu görüntüye yakın plan bir kamera tutmak istedi, televizyon vardı, oraya koymak için hep beraber uğraşmışlardı, bölük komutanının defalarca yok diyerek azarlamasına rağmen kendi ceplerinden toplayarak alacakları sözünün altını defalarca kere, çok önemliymişçesine çizip, söz vermişlerdi, televizyon kavgası yaşanmayacaktı... Para veremeyen arkadaşlarını da zorlamayacaklardı, sözdü! Almışlardı sonunda işte televizyonun hikayesi buydu, keşke gerçekten o kadarla kalsaydı! Ön sırada az sonra çarşıya gitmeyi bekleyen bölük komutanının şoförü vardı, İstanbullu'ydu, araba kiralama işindeydi, o gün için çarşı izni almıştı, komutanı onu ararken ve aratırken tehlikeyi farketmiş,bir yerlere saklanarak iznini iptal etmesini engellemişti, şimdi dondurulan görüntüde acınacak haldeydi, görebilseydiniz birden fazla duygunun yüzündeki yansımasını görebilirdiniz... Daha ortalarda herkes askeri üniformalıyken kendisi pijamalı olan biri gözüme çarpıyor, yeni uyanmış ve ilaç saatini geçirmemek için gelmiş, yedikten sonra hemen yatmayı planlıyordu, çok kötüydü, şimdi ise ayakta elindeki çatal yere düşer bi vaziyette donmuş bekliyordu... En arka masalardan birinde ise önünde kahvaltı tabağı bile olmayan biri vardı, herkes yiyorken o ne yapıyordu ki boş boş, sabah keşif ekibiyle gideceği için alelacele kahvaltısını edip çıkmıştı oradan aslında ama araçtaki planlamadan ötürü gelmemesine karar verilmişti, nerede vakit geçirecekti, iki laflardı arkadaşlarıyla, ne de çok istiyordu aslında gitmek, iki insan yüzü görürdü, belki güzel bir kız da görürüm diye ümitleniyordu, şimdi, kıpkırmızı kesilmiş bir halde durmuş görüntüdeki mimiklerinden anladığımız kadarıyla bağırıyordu! Kimisi yerlerde, kimisi masayı devirmiş bir halde, kimisi koşarken görülüyordu, uzunca bir çadırın içinde, dünyanın en büyük kargaşalarından biri vardı, biri buna dur diyebilseydi, diyemedi...

11 Ağustos 2008 günü sabahı, askerler görevlerini sabah grubuyla değişmeden önce, hava daha yeni yeni aydınlanmaya karar vermişken...

Karşı köyde yükselen alevlerin keşfi yapılacaktı, Alp Jandarma Karakolu'ndan iki araç nizamiye kapısına doğru yöneldi... Nöbetçi açmıyordu kapıyı!

-Komutanım da gelecekmiş, araçları bekletin dedi...
-Çocuğum tüm komutanlar burada.
-Tabur komutanımız komutanım!

Emir büyük yerden... Beklediler... Araçtaki herkesin aklında tek soru vardı "Ama tabur komutanının bu derece basit bir olayda gelmesine ne gerek var" Sorunun cevabı herkes için aynıydı ama bilinemezdi... O ise canının çok sıkıldığını mırıldanmıştı geldiğinde...
Araçlar, hazır olduğunda harekete geçti...

Tabur komutanı fazlalık olduğunu araçlar hareket eder etmez fark etti, bir eri yer açılsın diye araçtan bile indirmişti, durunamıyordu bi tuhaflık vardı... Sorular sormaya başladı,

-Yüzbaşım şoförünüz?
-Komutanım, dün çarşı izni istemişti, izin verdim ama sabah bulamayınca mecbur...
-Hımm, anladım. Şoförlüğü iyi bu arkadaşın da ama.
-İyi maşallah komutanım.
-Araç muhafızınız da değişmiş?
-Revire çıkmıştı, 2 günlük istirahat vermiş üstteğmen komutanım. Gitmeyecekti de ben zorla yolladım, alnına dokundum yanıyordu çocuk, titremesinden anladım.
-İyi yapmışsın yüzbaşım, hastalık bu Allah korusun. Şey peki, he tamam tamam, onu ben indirmiştim ya doğru...
-İyi misiniz komutanım?
-Bunalıyorum Yüzbaşım, duramadım sıkıntımdan sizinle geleyim dedim, biraz temiz hava iyi gelebilir...

11 Ağustos 2008
Yazar, yüksek bir tepede, hava hafif kararmışken, bir kum torbasının üzerine oturmuş, dalgın vaziyette, hiç adeti olmasa da başka bir kum torbasına tarih atıyordu... Her günün aynı olmasından şikayetçi olduğu ana lanet etti, ne vardı, böyle şimdi daha mı iyi olmuştu!.. Alevler yüzünü aydınlatıyordu... En son gördüğü alevlerin ucu kötü yerlere gitmişti, alevlere tavır almışçasına yüzünü çevirdi, sessizlik çıldırtacak gibi oldu... Sessizlik düşüncelerini daha net duymasını sağlıyordu, 10 mevzi ve her mevzideki iki kişi, ana mevzide duran 2 komutan artı 2 asker, tüm bunların toplamından çıt bile çıkmıyordu! Rüzgar bile yapraklara değmeden geçiyor olmalıydı, ateş, sessizce yanıyordu, kabahatli gibi!


11 Ağustos 2008 günü sabahı havanın kısmen aydınlandığı saatler.

Keşif için köye doğru yol alan araçta sessizlik hakimdi, kimseden çıt çıkmadı... Gürültüyle patlarken bile... Kimse, paramparça olan araçta sağ çıkmadı... Parçalar halinde siyah büyük poşetlerle toplandılar etraftan, toplayan askerler gözyaşlarıyla titreye inleye kimi zamanda kusarak akıllarına mukayyet olmaya çalışıyorlardı. Başçavuş, her zamanki soğukkanlılığıyla geziniyordu olay yerinde, bu duygusuz olmasından değil, senelerdir sürdürdüğü askerlik yaşamında bir çok ağır olayla karşılaşmasından dolayıydı. Bir şey arıyordu! Aranıyordu durmadan, narkotik köpeği edasıyla kah yere yatıyor kah ayağa kalkıyor yerinde duramıyordu, sonra buldu, cebine attı, tabur komutanının rütbesiydi bu... Alevler komutanım! Neden çıkmış öğrenemeyeceklerdi, ama ne için çıktığı artık belliydi. Keşif yapılacak köye tek bir yol vardı giden, varmalarına 1,5 kilometre kala mayınla havaya uçurulmuştu araçları, kayalara vursan bükülmeyecek silahları yamulmuş türlü şekillere girmişti, karşılarına en yırtıcı hayvanı çıkartsan titremeyecek kalpleri durmuştu, gökler dile geldi, sağanak bir yağmur başladı, çok kirlettiniz dünyayı diyordu, gökler dile geldi, şimşekler çakarken, tehdit ediyordu, elbet bir gün görüşeceğiz diyordu! Bir asker en yakın arkadaşının kopan başını tutuyor halde düşmüş bayılmıştı...
O sırada bir el, 11 Ağustos 2008 gününün sabahında gazinoda durdurduğu zamanı tekrar oynatmaya başladı, çok yanlış zamanlama, kalbimde korkunç bir acı hissediyorum! Televizyonda tek tek yüzler görüyordum, o an etrafımda kendilerini yere atanlar, gözyaşlarıyla kafasını masalarına vuranlar, ağzından tükürükler saçarak saçlarını yolanlar ağır çekim film gibiydi, sadece ben normal hızda hareket ediyordum, aralarından geçtim, televizyona hiç bu kadar yakın olmamıştım ama sesini her zamankinden daha az duyuyordum, resimler aktı gitti defalarca, araca binenler içinden yalnızca bir kişinin yüzünü göstermemişlerdi! Çok sarsılmıştık, ben içimden her günün aynılığına dair yaptığım sızıntılarıma lanet okuyordum, daha koğuştan kokularının silinmediği arkadaşlarımın televizyonda dönen fotoğraflarına bakıp ağlamaya başladım... Diz çökerek kapaklanmış, hareketsiz durduğundan şoka girdiğini anladığımız, üzüntüsünden kendisine zarar verenleri zaptetmeye koyulduk toparlandığımızda... Bazılarını revire taşımak zorunda bile kaldık...

Şimdi, bir el 11 Ağustos 2013 tarihinde, saatler 08:27'de iken durdurduğu anı devam ettirdi, gördükleri doğru olamazdı... Arkalarını dönüp kontrol etmek bile istemediler, o araçta kendilerinin olmaları gerektiğini anımsadılar yüzlerce-binlerce kere anımsadıkları gibi... Bir el müdahale etmişti bu besbelliydi! Zamanları daha gelmemişti...

Ve, bir el, satırları sonlandırdı...



Ersin PERK




öykü, erzincan kemah, terör saldırısı, 11 haziran 2008
http://www.milliyet.com.tr/yola-dosenen-mayin-askerler-gecerken-patladi-----asker-yarali/gundem/gundemdetay/11.08.2008/977192/default.htm
Tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı dilerim. Silahsız, kirli siyasete insanların kurban olmadığı bir dünya temennisiyle... 



28 Nisan 2015 Salı

Ben Bir Dumur Ağacıyım Gülhane Parkında

Yazar burada herkesin hayatına kimse karışamaz özgürlüğü bidir'in altını çizecek. İnsanlar nefret doldular, özellikle de birbirlerini seven insanlara. Nedeni sanırım kendilerine sevme-sevilme hakkı tanınmamış olması, -bununla evleneceksin "tamam"- onun hayatı bu cümle bu cevap kadar. İstiyor ki herkes onun gibi sevmeden evlensin, kimse huzurlu olamasın, sevmediği erkekten-kadından olan çocuğunu sevmediği gibi, diğer insanlar da çocuklarını sevmesin… Herkes pervasızca bir diğer insanın yaşamına karışır oldu, ya bırakın el ele tutuşmayı, sarılmayı, sevgilimle gülerken "ayıp ayıp" diye bir teyze geldi, ne oldu teyze dedik "sizin neneniz yok mu" dedi, "var teyze onunla da gülüyoruz biz?" Şerefsizler vs vs diye hakaret ede ede gitti sonra. Neden yaşıyoruz tüm bunları? İyice atış serbest oldu çünkü, cesaret geldi, neyin hıncı ama bu? Neden insanlar bu kadar kolay taciz edilmeye başlandı? Beş para etmez insanlar, içini görsen lağımdan beter, yaşayışında ahlaklı tek nokta göremezsin kolayca gelip yanına şöyle yapmayın ayıp diyebiliyor (sen kimsin ulan?) Sevgilimle Kültür Merkezi'nden ders çıkışı yağmura yakalanıp  merkezin önüne sığınıyoruz, alan dar ben belinden tutuyorum yüz yüzeyiz, güvenlik içeriden çıkıp sataşıyor, o bozuk ağzıyla herkesin içinde bize "burası kümtür merkezi harakötlörünüze tikkat edin" diyor. Sen önce kültür demeyi öğren dingil diyemiyoruz tabii, ne de olsa bir şekilde orada güvenlik görevlisi olmuş, binbir bahaneyle kendini haklı çıkartabilir, sustuk. (Sustuk derken o an sustuk, sonra güzel bir dilekçeyle taşıyabildiğimiz her kuruma taşıdık bu görevli tacizini. Bir iki hafta sonra daha da görmedik bu arkadaşı akıbetini bilmiyoruz) Otobüste yan yana durursun, genşler hareketlerinize dikkat edinci amcalar yanaşır. Yahu duruyoruz öylece zaten? Neden şimdi bu üç kuruşluk herif gelip benim sevdiğim kadının gözlerinde yaşa neden olabiliyor ki? Boğazına sarılıp boğsan suçlu olursun, cevap versen ne cevap vereceksin bu ucuz insana… Sonra “gençler duruyor öyle kardeşim ne rahatsız ediyorsun” “bir şey yapmıyorlardı ki”cilerle “gönçler de harokotlorono dokkat ödöcök canom cık cık”çılar çıkacak ortaya. Cahilliğin dibine ekmek banıp seni yargılayanlar daha çok sinirlerinle oynayacak sabır çekeceksin. Geçen haftalarda sevgilim hadi dedi seni bir yere götürcem, Gülhane Parkı’nın içinden geçince hemen karşıda bir çay bahçesi varmış, gittik, güzeldi oturduk orada biraz. Dönüşte yine parkın içinden geçerken dedim gelirken zaten buradan yürüdük, gel şu taraftan gidelim oraları da görelim. Gitmez olaydık. Surların dibindeki çardakların her birinde bir çift, bu çiftlerdeki kızların hepsi de türbanlı, geçen insanlardan rahatsız olmadan sevişiyorlar öylece! (zaten çok az insan geçiyor tenha bi yer) Donakaldık! O kadar rahatlar ki çocukların bir elleri kızların göğüslerinde, başka bi yerlerinde! Gittik görevliye şikayet ettik sonra, haberiniz var mı diye sordum önce, var dedi kafasını öne eğdi. "Baş edemiyoruz ki!" dedi... Burada anlatmak istediğim kapalılar şöyle-böyle filan değil, anlatmak istediğim insanları dış görünüşlerine göre yargılamamak. Sen kızını kapatıyorsun, sonra gidip durduk yere başka insanları yargılıyorsun, günahlarını alıp morallerini bozuyorsun. Ama kendi kızın-oğlun neler yapıyor haberdar değilsin. Başı açık diye günahkar, başı kapalı diye melek olmuyor insanlar. En azından, Allah’a oynuyorsunuz ama kandırabildiğinizi hiç sanmıyorum. Bu kadar…

Ersin Perk



gülhane parkı
Gülhane Hatırası

13 Nisan 2015 Pazartesi

Öykü - ELİM - Yazan: Tülay Işıkdemir

Tülay Işıkdemir, öykü, hikaye, elim
Görsel Çizimi:Ersin Perk














     ELİM                       

   
Nerde kalmıştı ? Evet… Bu muhteşem tabloyu izliyordu. Etrafta bir sürü yüzün gürültüsü, kendisine bir sabah alarmı kadar anlamsız geliyordu. O, sadece izlediği sanat eserine odaklanmıştı.
  
    Renk ne kadar da kusursuzdu. Hiçbir fırçanın elde edemeyeceği bir karışım olduğuna inandı o an. Dokunmak istedi, acaba etraftaki onlarcası ne der, diye düşünmeden. Her bir dokusunu hissetti parmaklarında. Anlamaya çalışıyordu. Bir eser nasıl bu kadar güzel olabilirdi… Çizgileri öyle kesin, öyle yaşanmışlık doluydu ki; parmaklarını bu çizgilerde gezdirirken binlerce şimşek çaktı zihninde.

    Önce en belirgin olana dokundu. Buna dokunduğunda, kırk sekiz yıl önceye gitti. Bir parkın küçük gölü üzerine yapılmış tahta bir köprüdeydi şimdi. Saçları daha gür, daha canlıydı ve sesi daha az titriyordu konuşurken. İlerde, burnunu kollarına silen  bir çocuk onlara bakıyordu. İçinde garip bir heyecan vardı ve mutluydu ilk çizgide.

    Sonra, ikinci çizgiye; daha az belirgin olana dokundu. Bu kez otuz sekiz yıl öncesine götürdü, bu akıllara durgunluk veren güzellikteki tablo onu. Bir kalem vardı elinde; gereksiz abartılı, kocaman bir kalem. Tam karşısına baktı; saçları elindeki kalemden daha abartılı bir kadın, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle onlara bakıyordu. Çok gergindi, ama mutluydu ikinci çizgide de…

    Tabloya döndü tekrar. Birinin ağladığını duyduğunu sansa da, gözünü alamıyordu bu şaheserden. İlk bakışta ayırtına varabildiği çizgilerden en az belirgin olanına dokunuyordu şimdi. Üç saat öncesindeydi. Etrafında bir sürü yüz vardı ve o, bu muhteşem tabloyu izliyordu. Gözlerini ve ellerini ondan ayıramıyordu. İlk kez kırk sekiz yıl önce aynı renge ve canlılığa dokunduğunda ya da otuz sekiz yıl önce bu çizgileri hissettiğinde de heyecanı aynıydı. Fakat şimdi garip bir duyguydu büründüğü; hayranlıkla karışık bir yarım kalmışlık…

    Birinin ağladığını duyduğunu sansa da bakmamıştı o yana, biraz daha tadını çıkarmak ister gibi. Biri omzuna dokunuyordu ağzından zorla çıkan iki kelimeyi ona vermek için : Hastayı kaybettik.

    Şimdi, üç saattir buradaydı. Otuz sekiz yıllık kocasının, hayran olduğu elleri ter içinde kalmıştı.

Tülay Işıkdemir


2 Nisan 2015 Perşembe

Öykü - Alexandır'ın Hikmet'i - Yazan: Ersin Perk


ersin perk, çizim, öykü, deprem

Alexandır'ın Hikmet'i


7.4 ile bir 3 saniye sallandı Akdeniz... 3 saniye ya! Hani yastık gibi sallandı derler, bu öyle değil, bu olsa olsa kırlent olur. 3 saniye... Sallandık mı demeye fırsat bile kalmadan! 3 saniye, vedaya fırsat bile olmadan, paniğe kapılıp pencereden atlayacaklara aman bile vermeden, 3 saniye. Gözlerin korkuyla büyüyüp aynı hızla kapanacağı kadar. Çoğu insanın bana öyle gelmiş diyerek yaşamlarına devam edecekleri kadar... 10 saniye olsaydı televizyonlar bir alt yazı geçerlerdi elbette, yarım dakika sürse SON DAKİKA, FLASH HABER, AKDENİZDE SARSINTI gibi büyük puntolar ve bol ünlemler eşliğinde başlıklar atar, bilmemnereden bildirtirlerdi spikerlerine at yarışı sunar bir heyecanla! İnsanlar da televizyona çıkamadı haliyle, ben sölemiştim bakın karınca yuvaları şöyle oldu, ben yetkilileri uyarmıştım, bulut dalgalarından ben anlamıştım ama elimden bir şey gelmedi diyerek. Yer sarsıldı, 3 saniye. Alınacak çok büyük dersler vardı, kimse üzerine alınmadı. Yer, sarsıldı yer!

Aynı üç saniye içinde, aynı coğrafyada birisi herhangi bir nedenle kendini astı... İsmi Alexandır. Ahmet değil, Hüseyin değil. O gavur. Ölmesi lazımdı zaten. Bak teyzemin oğlu assaydı büyük olay olurdu. Ya da ben assaydım ne yapardım biliyor musunuz, önce bir sürü kişiyi öldürür öyle yapardım. Nasıl olsa gidiciyim, bikaç tane daha Alexandır öldürürdüm mesela. Kutsal bir yolculuk sayılırdı o zaman. Tabii ki amacım laf sokmak, Alexandır kardeşimdir benim."Kuru kuru gitmiş bir haber değeri yok ki, mesela cinnet geçirip önce karısını çocuğunu filan kesip sonra intihar etse... Of lan, manşetten verilmez miydi. Prim bile kapardım bu haber için" Kuru bir düşünceyle usul usul olay yerini terkeden bir gazetecinin iç sesi...

O üç saniye, deprem, intihar gibi bir sürü olayı kattı içine. Biz yalnızca, filankimin selülitini bildik... Bir zibidi bir yosmayla karısını aldatmış onu bildik. Karısının hiç umrunda olmadığı halde biz bildik. Biz biliriz biz! Biz toplu halde bilebildik mi hiç bir şeyi, denedik mi, bilemedim...

Aynı üç saniyeydi, sarsıntılar yan yanaydı. Bir ev deprem sarsıntısı ile hemen dibindeki ev ise tabureye tekmeyi vurduktan sonra 83 kilo Alexandır ilmek boynuna geçtiği an debelendiği için sallanıyordu. Aralarında çitlerin olduğu müstakil iki evdi bunlar, Alexandır'ın bahçesindeki ağaç ortadan kopmuş hemen yanındaki evin sahibi Hikmet Bey'in arabasının ta ortasına şimşek gibi inmişti! Üç saniye bitmişti, dördüncü, beşinci saniyeler ve daha fazlası gelebilirdi artık. Alexandır için 134. saniyeden sonrası artık olmayacaktı, Hikmet Bey hayatına devam ediyordu...

Çıktı, arabasının başında tarlası yanmış köylü gibi iki eli başının arasında sallandı durdu, ağıt bile yakabilirdi, mizacına tersti... Evden birinin kolu kopsa bu kadar abartmazdı Hikmet Bey, saygım yok kendisine ama toplumdaki itibarı ona Bey dememi gerektiriyor. Birden etrafını muhitin diğer sakinlerinin adam olanları sardı, Hikmet Bey'in desteğe ihtiyacı olabilirdi. Aynı desteği biri arabasına kedi bağlayıp sürüklese o kediye göstermezlerdi. Dalkavukluk tarihinin insanlık tarihinden daha eski olduğunun kanıtı, hatta anıtı gibi dimdik durdular Hikmet Bey'in yanında.

Hikmet Bey öfkeyle çevirdi kafasını ağaca doğru, Alexandır'ın sınırları içinde olduğunu ima eden bakıştı, içinde "seni gidi gavur" anlamı da vardı bu bakışın... Tahtadan, arkasında sürgüsü bile olmayan, zıplansa aşılabilecek dış kapıya sertçe bir tekme geçirip içeri girdi Hikmet Bey, ahali de arkasından... Bahçeyi hızla geçip evin kapısına dayandı, yumruklayarak tıklatmaya başladı kapıyı... Ağaç nasıl olur da ortadan kırılıp arabasının üzerine düşer hesabını vermeliydi bu gavur tohumu. Bunun hesabını sormanın saçma olacağının farkında değildi zaten, o arabasının hasarının bedelini alacaktı elbette! Yenisi gibi de olmazdı hasar gören bir eşya, belki de ondan aynısının yenisini istemek daha mantıklıydı. Ölen bir insanın da eskisi gibi olamayacağını bilemeyecekti şimdilik tabii. Kapı açılmayıp da içeriden tıkırtılar gelince daha bir öfkelendi, saklanamazdı, o kapı açılacaktı. Kalabalıktan en dalkavuk olanı kapıyı tekmelemeye başlamıştı bile, ama bilemeyeceklerdi hiç bir zaman Alexandır çok candır, kapısını kimseye kapatmaz, yalnızca kolu çevirmeleri yeterlidir... Kapı kırıldı nefretle dört, hatta ondört koldan! Tam zamanında ölmüştü Alexandır yoksa onu linç bile edebilirlerdi, ayakkabılarıyla evine girdiler, bu normaldi, problem yoktu, ayakkabıyla gezilen evlerdendi. Onların eve girişini, karanlıkta meşaleleriyle, ellerinde kılıçlarla cenk edenlere benzetirdiniz görseydiniz, atları yoktu ama at gibi kafaları vardı... İçlerinden kimisi Rezervuar Köpekleri'ndeki havalı yürüme sahnesinde hissetti kendini, bi çeken olsaydı da sonradan izleseydim kendimi isteği bile doğdu içinde. Merdivenlere gelene kadar sürdü bu yürüyüş, hava... Oradan sıkış tıkış çıktılar basamakları, Alexandır'ı tavanda asılı gördüler. Hikmet donakalmıştı... Yaklaşık bir üç saniye... Alexandır'a yürüdü, nabzını kontrol etti... Arabasının üstüne ağaç düşüp de bunu Alexandır'dan talep etmeyecek olsa bakmazdı bile!..

Arkasını döndü, kimsecikler yoktu...

Ersin Perk



4 Mart 2015 Çarşamba

PEKİ CİNSİ MÜNASEBETİNİZ NASIL?

Bu yazıma " http://perkspektif.blogspot.com.tr/2013/10/peki-cinsel-hayatiniz-nasil.html " nedense bugün ulaşmaya çalıştığımda web sayfasının kullanılamadığı gibi uyarılarla-engellemelerle karşılaştım. Anlamaya çalıştım, neden, niye, sebep ne? "Acaba başlığında "C*İ*N*S**E***L H***A***Y***A******T" geçiyor diye mi sansüre uğradı" dan başka bir fikir gelmedi aklıma... 03.03.2015

Şu an fikirler doğrultusunda paylaşımın sadece blogspot.com adresinden ulaşılamadığı ve blogspot.com.tr 'den girilebildiğini öğrendim... Bir şekilde URL bloklatılmış, sebebi ya sansür ya da itiraz. İnsanlar yaşadıklarını, fikirlerini yazabilmeliler. Hakkında kötü intiba oluşmasın diye zorbalık yapanlar, kendilerini "gerçekten" iyi insan olmak için geliştirsinler, bu tarz yollara gerek kalmaz o zaman... Ben her ihtimale karşı yazıdaki malum kelimeyi de cinsi münasebet olarak değiştiriyorum, televizyonlarda kullanılan kelimenin yazıya döküldüğünde problem olacağını sanmam ama sütten ağzı yanan misali. (böyle böyle sindirip paranoyak ettiler işte insanları) Buyrun bloklatılan yazıya! 04.03.2015

"BİR YAZIYI YAZDIRAN BAZEN KÜÇÜK Bİ KIVILCIMDIR, BU YAZIMIN KIVILCIMI DA İZLEDİĞİM BİR TELEVİZYON PROGRAMI, MELEK BAYKAL’IN KENDİ İSMİNİ TAŞIYAN MELEK PROGRAMI.
DİĞER GÜNLERİN AKSİNE KAHVALTIYI YAPIP DA HEMEN ODAYA ÇEKİLMEK YERİNE ANNEMLE RASTGELE BİR KANALI AÇIK OLAN TELEVİZYONU İZLEMEYE KOYULDUK.  PROGRAMDA İLGİ ÇEKİCİ OLDUĞU KADAR, ORTADA DRAMATİK BİR TABLO VARDI, PÜR DİKKAT KESİLDİK BİRDEN.  BİR ADAM ALZHEİMER HASTASI VE HEM ONUN HEM AİLESİNİN YAŞADIĞI GÜÇLÜKLER İRDELENİYOR, KARISI, KAYINVALİDESİ GÖZLERİ DOLU DOLU HİSLERİNİ ANLATIYORLAR, MELEK BAYKAL’IN GÖZLERİ DOLDU FİLAN (Kİ NEDENSE BİRAZ YAPMACIK GELİYOR  BANA ONUN HALLERİ), DOKTOR VAR YERİ GELDİĞİNDE DEĞERLENDİRİYOR DURUMU…  BİZ DE ANNEMLE ÜZÜLÜP YORUMLUYORUZ BAZEN, GÖZLERİMİZ DALIYOR, ÇİLELİ BİR HAYAT VAR ORTADA, SONRA BİR SORU GELDİ, ÖLÜM ANINDA HASTAYA UYGULANAN ELEKTROŞOKTAN YEMİŞ GİBİ KALDIK ÖYLE;
MELEK BAYKAL HASTANIN VE YAKINLARININ SOSYAL HAYATI, AİLE YAŞANTISI GİBİ SORULARLA İLERLERKEN, BİRDEN “PEKİ CİNSİ MÜNASEBETİNİZ NASIL” DİYE BİR SORU YÖNELTTİ KADINA…  KADIN DURAKLADI, UTANDI SIKILDI, E Bİ TARAFTAN SORU GELMİŞ  CEVAPLAMASI LAZIM, KEM KÜM EDEREK YANITLADI ABLAMIZ, FAKAT MELEK BAYKAL AYNI İŞKENCEYİ, PEKİ SİZ NE DİYORSUNUZ BEYFENDİ DİYEREK ADAMA DA UYGULADI…

ALZHEİMER HASTALIĞI, UNUTKANLIKLA İLGİLİ BİLİYORSUNUZ, BEYFENDİ 40 KÜSUR YAŞINDA FAKAT KENDİNİ 30 SANIYOR, ANNE BABASI VEFAT ETMİŞ AMA HAYATTA BİLİYOR, KARISININ VE ÇOCUKLARININ OLDUĞUNU SIKLIKLA UNUTUYOR, YEMEK YEDİĞİNİ DAHİ UNUTUP SÜREKLİ YİYOR…

VE PROGRAM ÖNCESİ AİLEYLE YAPTIĞIN RÖPORTAJI, ADAMIN TÜM BU HALLERİNİ AİLE FERTLERİNİN GÖZYAŞLARI İÇİNDE ANLATTIĞI VİDEOYU, ADAMIN GÖZLERİ ÖNÜNDE İZLETEREK ONUN PSİKOLOJİSİNİN AĞZINA SIÇMIŞSIN ZATEN, PROGRAM BOYU DEVAM ETTİRMİŞSİN, BİR DE ÜSTÜNE SORDUĞUN “Y*A*T**AK ODA**SI” GİBİ MAHREM BİR SORU! ADAM KIZARDI VE GÖZLERİ DOLDU O AN, ZATEN PROGRAMA ÇIKARILIP HASTALIĞININ TÜM HERKESİN GÖZLERİ ÖNÜNDE SERGİLENMESİNDEN İNCİNMİŞKEN BU NOKTAYA TAŞINDI OLAY… ADAMIN YAŞADIĞI TRAVMAYI İLİKLERİME KADAR HİSSETTİM VE AĞLAMAK İSTEDİM RESMEN O AN…
DERKEN KISA BİR ARA, BU KISA ARA, YEDİĞİMİZ ELEKTROŞOKLA BİRLİKTE BANA HAYAT OLDU VE GÖZLERİMİ AÇTIRDI, “LAN OLM SEN ZATEN BUNLARIN ŞAHİDİ OLDUN!”
KISA BİR ARADAN SONRA PROGRAMIN DEVAMINA DAİR BİLİNÇLENDİRİCİ “AZ SONRA”CI ABİ SESİ GİRDİ HEMEN, HANİ BİLİRSİNİZ, TOK-YAVŞAK BİR SES TONUYLA, SAHTE ENERJİLİ BİR SES RENGİ… YEMEKTEYİZ FİLAN GİBİ SAÇMA YARIŞMALARDA DA OLAN CİNSTEN, PEKİ NEYMİŞ PROGRAMIN DEVAMI?
BU SESTEN HEMEN ÖNCE PROGRAMDA HERKESİN HA AĞLADI HA AĞLICAK OLDUĞUNU VE BU HÜZÜNLÜ TARAFININ ETKİSİNİN ÜZERİNİZDE OLDUĞUNU HİSSEDİN; VE GELİYOR
 MELEK’TE SAHRAP SOYSAL’LA TURŞU KURACAĞIZZZZ AZ SONRAAA…
LAN BARİ PROGRAMI MANTIKLI BİR SIRALAMAYA OTURTAYDINIZ YA, BİR AİLE DRAMINDAN SONRA TURŞU MU KURACAKSINIZ CİDDEN, MELEK BAYKAL AZ ÖNCE AĞLIYORKEN, ŞİMDİ TURŞU KURARKEN GİRDİĞİ HALLER NEDİR? TAMAM ÖMÜR BOYU DAHA DA GÜLMESİN DEMİYORUM AMA ANLATMAK İSTEDİĞİM, SAHTE HALLERE GİRİLECEKSE DE BUNU İNSANLARIN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARAK YAPMAYIN BARİ,
YAZI ARASINDA  “LAN OLM SEN ZATEN BUNLARIN ŞAHİDİ OLDUN!” DİYE KURDUĞUM CÜMLEYİ DE ŞİMDİ AÇMAK İSTERİM; AZCIK DA KUTUMA GİTMEK İSTİYORUM… TELEVİZYONLARIN BU SAHTE İLGİLİ HALLERİNİN YAKIN KURBANLARINDAN BİRİYİZDİR ÇÜNKÜ;
DOKTORUM PROGRAMI; BİLMEYEN YOKTUR SANIRIM, ANNEM TEYZEMİN BAŞVURUSUYLA 30 YILDIR MİDE PROBLEMİ YAŞAYAN,30 YILDIR PEYNİRDEN BAŞKA BİR ŞEY YİYEMEYEN VE HER TÜRLÜ TETKİKLERİN YAPILMASINA KARŞIN HASTALIĞINA TEŞHİS KONULAMAYAN BİRİ OLARAK DOKTORUM PROGRAMINA ÇIKARILDI…
SLOGANLARINI DA O PARA VEREREK  STÜDYO KOLTUKLARINI DOLDURTTUKLARI İNSANLARA ALKIŞLATARAK TELEVİZYON ÖNÜNDE BİR GÜZEL PARLATTILAR “SAĞLIĞINIZ DOKTORUMA EMANET!”
SONRASINDA ÖYLE OLMADIĞINI ANLADIK TABİİ, BU TARZ PROGRAMLARA KATILIYORSANIZ SAĞLIĞINIZ HALA ALLAH’A EMANET…
İZLEMEK ZORUNLULUĞUNUZ YOK TABİİ, BEN KISACA ÖZET GEÇEYİM

DOKTOR GELİYOR, ANNEME SORULAR SORUP KENDİ LİTERATÜRÜNDE AÇIKLAMALAR YAPIP ŞOVUNU (REKLAMINI) YAPIYOR VE İLGİLENECEĞİNİN SÖZÜNÜ VERİYOR…

BU DOKTOR,  PROF. DR. AHMET KEMAL GÜRBÜZ ;  BU DOKTORCUK DAHA SONRASINDA ŞÖYLE BİR YOL ÇİZİYOR, UZATMADAN BİTİRİYORUM

PROGRAMDAN BİKAÇ GÜN SONRA 3-4 VESAİTLE MUAYENEHANESİNE GELEN ANNEMİ, ÇOĞU SSK DOKTORUNUN YAPTIĞI GİBİ AYAKTA ŞİKAYETLERİNİ DİNLEYİP İLAÇ YAZIYOR, İLAÇLAR BİTTİKTEN SONRA ARAMASINI İSTİYOR (AMAN Bİ DAHA MUAYENEHANESİNDE RAHATSIZ ETMEYELİM ÇÜNKÜ MALUM EKSTRAYIZ) ARADIĞIMIZDA DA “İLAÇLAR İYİ GELMEMİŞSE YAPACAK BİR ŞEY YOK” DEYİP BAŞINDAN SAVUŞTURUYOR, BU KADAR BASİT…  

BU ADAM 30 YILLIK HASTALIĞI YAZDIĞI ÜÇ BEŞ İLAÇLA GEÇİREBİLECEĞİNİ SANAN SALAK, EMBESİL, YAUŞAK, AKILSIZ, GERİZEKALI BİR İNSAN DEĞİL TABİİ Kİ, ADININ ÖNÜNDE PROF. ÜNVANI OLAN BİRİSİ…
FAKAT, BİR İNSANIN TEDAVİSİNİ İNSANLARIN ÖNÜNDE ÜSTLENECEĞİNİN SÖZÜNÜ VERİP, UMUTLANDIRIP SÖZÜNDE DURABİLECEK KAPASİTEDE VE KARAKTERDE DEĞİLMİŞ, SÖZÜNÜN ERİ BİR DELİKANLI DEĞİLMİŞ…

prof dr ahmet kemal gürbüz, ahmet kemal gürbüz, doktor ahmet kemal gürbüz, mide ve bağırsak hastalıkları uzmanı ahmet kemal gürbüz

VE DOKTORUM PROGRAMI DA İŞİN ARKASINI ARAŞTIRMADI, ONLAR PROGRAMLARINI DOLDURDULAR, BAŞKA KURBANLAR BULUP TEKRAR DOLDURMA TELAŞINA GİRMİŞLERDİR SONRADAN EMİNİM Kİ… YANİ EMANETLİK BİR DURUM YOK KİMSE ALDANMASIN.

BU BÖYLE,
ASIL ÜZÜLDÜĞÜM, ANNEMİN TEDAVİ İÇİN ÜMİTLENİP DE BU ŞEKİLDE UMUDUNU TEKRAR YİTİRMESİ OLDU, HAYALKIRIKLIĞI…  
BU TARZ PROGRAMLARA  KATILIP DA UMUT BESLEMEMEK GEREKİR DİYORUM, BİLEMEM,  BELKİ BİZE HAYSİYETSİZİ DENK GELMİŞTİR, TAM TERSİ BİR ÖRNEK VARSA VE BU YAZI ULAŞIRSA ONA, YORUM OLARAK BEKLERİM…

(ASLINDA BEDDUA SEVEN BİRİ DE DEĞİLİM AMA VİDEOYU TEKRAR İZLEYİNCE DAYANAMADIM VE BU KISMI SONRADAN YAZDIM, ANNEME UMUT VERİP DE İLGİLENMEYEREK UMUDUNU TEKRAR YIKANLAR AYNISINI YAŞASINLAR İNŞALLAH…)


OKUDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜRLER


Ersin PERK"


Tekrar teşekkürler efendim...


Ersin PERK