28 Nisan 2015 Salı

Ben Bir Dumur Ağacıyım Gülhane Parkında

Yazar burada herkesin hayatına kimse karışamaz özgürlüğü bidir'in altını çizecek. İnsanlar nefret doldular, özellikle de birbirlerini seven insanlara. Nedeni sanırım kendilerine sevme-sevilme hakkı tanınmamış olması, -bununla evleneceksin "tamam"- onun hayatı bu cümle bu cevap kadar. İstiyor ki herkes onun gibi sevmeden evlensin, kimse huzurlu olamasın, sevmediği erkekten-kadından olan çocuğunu sevmediği gibi, diğer insanlar da çocuklarını sevmesin… Herkes pervasızca bir diğer insanın yaşamına karışır oldu, ya bırakın el ele tutuşmayı, sarılmayı, sevgilimle gülerken "ayıp ayıp" diye bir teyze geldi, ne oldu teyze dedik "sizin neneniz yok mu" dedi, "var teyze onunla da gülüyoruz biz?" Şerefsizler vs vs diye hakaret ede ede gitti sonra. Neden yaşıyoruz tüm bunları? İyice atış serbest oldu çünkü, cesaret geldi, neyin hıncı ama bu? Neden insanlar bu kadar kolay taciz edilmeye başlandı? Beş para etmez insanlar, içini görsen lağımdan beter, yaşayışında ahlaklı tek nokta göremezsin kolayca gelip yanına şöyle yapmayın ayıp diyebiliyor (sen kimsin ulan?) Sevgilimle Kültür Merkezi'nden ders çıkışı yağmura yakalanıp  merkezin önüne sığınıyoruz, alan dar ben belinden tutuyorum yüz yüzeyiz, güvenlik içeriden çıkıp sataşıyor, o bozuk ağzıyla herkesin içinde bize "burası kümtür merkezi harakötlörünüze tikkat edin" diyor. Sen önce kültür demeyi öğren dingil diyemiyoruz tabii, ne de olsa bir şekilde orada güvenlik görevlisi olmuş, binbir bahaneyle kendini haklı çıkartabilir, sustuk. (Sustuk derken o an sustuk, sonra güzel bir dilekçeyle taşıyabildiğimiz her kuruma taşıdık bu görevli tacizini. Bir iki hafta sonra daha da görmedik bu arkadaşı akıbetini bilmiyoruz) Otobüste yan yana durursun, genşler hareketlerinize dikkat edinci amcalar yanaşır. Yahu duruyoruz öylece zaten? Neden şimdi bu üç kuruşluk herif gelip benim sevdiğim kadının gözlerinde yaşa neden olabiliyor ki? Boğazına sarılıp boğsan suçlu olursun, cevap versen ne cevap vereceksin bu ucuz insana… Sonra “gençler duruyor öyle kardeşim ne rahatsız ediyorsun” “bir şey yapmıyorlardı ki”cilerle “gönçler de harokotlorono dokkat ödöcök canom cık cık”çılar çıkacak ortaya. Cahilliğin dibine ekmek banıp seni yargılayanlar daha çok sinirlerinle oynayacak sabır çekeceksin. Geçen haftalarda sevgilim hadi dedi seni bir yere götürcem, Gülhane Parkı’nın içinden geçince hemen karşıda bir çay bahçesi varmış, gittik, güzeldi oturduk orada biraz. Dönüşte yine parkın içinden geçerken dedim gelirken zaten buradan yürüdük, gel şu taraftan gidelim oraları da görelim. Gitmez olaydık. Surların dibindeki çardakların her birinde bir çift, bu çiftlerdeki kızların hepsi de türbanlı, geçen insanlardan rahatsız olmadan sevişiyorlar öylece! (zaten çok az insan geçiyor tenha bi yer) Donakaldık! O kadar rahatlar ki çocukların bir elleri kızların göğüslerinde, başka bi yerlerinde! Gittik görevliye şikayet ettik sonra, haberiniz var mı diye sordum önce, var dedi kafasını öne eğdi. "Baş edemiyoruz ki!" dedi... Burada anlatmak istediğim kapalılar şöyle-böyle filan değil, anlatmak istediğim insanları dış görünüşlerine göre yargılamamak. Sen kızını kapatıyorsun, sonra gidip durduk yere başka insanları yargılıyorsun, günahlarını alıp morallerini bozuyorsun. Ama kendi kızın-oğlun neler yapıyor haberdar değilsin. Başı açık diye günahkar, başı kapalı diye melek olmuyor insanlar. En azından, Allah’a oynuyorsunuz ama kandırabildiğinizi hiç sanmıyorum. Bu kadar…

Ersin Perk



gülhane parkı
Gülhane Hatırası

13 Nisan 2015 Pazartesi

Öykü - ELİM - Yazan: Tülay Işıkdemir

Tülay Işıkdemir, öykü, hikaye, elim
Görsel Çizimi:Ersin Perk














     ELİM                       

   
Nerde kalmıştı ? Evet… Bu muhteşem tabloyu izliyordu. Etrafta bir sürü yüzün gürültüsü, kendisine bir sabah alarmı kadar anlamsız geliyordu. O, sadece izlediği sanat eserine odaklanmıştı.
  
    Renk ne kadar da kusursuzdu. Hiçbir fırçanın elde edemeyeceği bir karışım olduğuna inandı o an. Dokunmak istedi, acaba etraftaki onlarcası ne der, diye düşünmeden. Her bir dokusunu hissetti parmaklarında. Anlamaya çalışıyordu. Bir eser nasıl bu kadar güzel olabilirdi… Çizgileri öyle kesin, öyle yaşanmışlık doluydu ki; parmaklarını bu çizgilerde gezdirirken binlerce şimşek çaktı zihninde.

    Önce en belirgin olana dokundu. Buna dokunduğunda, kırk sekiz yıl önceye gitti. Bir parkın küçük gölü üzerine yapılmış tahta bir köprüdeydi şimdi. Saçları daha gür, daha canlıydı ve sesi daha az titriyordu konuşurken. İlerde, burnunu kollarına silen  bir çocuk onlara bakıyordu. İçinde garip bir heyecan vardı ve mutluydu ilk çizgide.

    Sonra, ikinci çizgiye; daha az belirgin olana dokundu. Bu kez otuz sekiz yıl öncesine götürdü, bu akıllara durgunluk veren güzellikteki tablo onu. Bir kalem vardı elinde; gereksiz abartılı, kocaman bir kalem. Tam karşısına baktı; saçları elindeki kalemden daha abartılı bir kadın, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle onlara bakıyordu. Çok gergindi, ama mutluydu ikinci çizgide de…

    Tabloya döndü tekrar. Birinin ağladığını duyduğunu sansa da, gözünü alamıyordu bu şaheserden. İlk bakışta ayırtına varabildiği çizgilerden en az belirgin olanına dokunuyordu şimdi. Üç saat öncesindeydi. Etrafında bir sürü yüz vardı ve o, bu muhteşem tabloyu izliyordu. Gözlerini ve ellerini ondan ayıramıyordu. İlk kez kırk sekiz yıl önce aynı renge ve canlılığa dokunduğunda ya da otuz sekiz yıl önce bu çizgileri hissettiğinde de heyecanı aynıydı. Fakat şimdi garip bir duyguydu büründüğü; hayranlıkla karışık bir yarım kalmışlık…

    Birinin ağladığını duyduğunu sansa da bakmamıştı o yana, biraz daha tadını çıkarmak ister gibi. Biri omzuna dokunuyordu ağzından zorla çıkan iki kelimeyi ona vermek için : Hastayı kaybettik.

    Şimdi, üç saattir buradaydı. Otuz sekiz yıllık kocasının, hayran olduğu elleri ter içinde kalmıştı.

Tülay Işıkdemir


2 Nisan 2015 Perşembe

Öykü - Alexandır'ın Hikmet'i - Yazan: Ersin Perk


ersin perk, çizim, öykü, deprem

Alexandır'ın Hikmet'i


7.4 ile bir 3 saniye sallandı Akdeniz... 3 saniye ya! Hani yastık gibi sallandı derler, bu öyle değil, bu olsa olsa kırlent olur. 3 saniye... Sallandık mı demeye fırsat bile kalmadan! 3 saniye, vedaya fırsat bile olmadan, paniğe kapılıp pencereden atlayacaklara aman bile vermeden, 3 saniye. Gözlerin korkuyla büyüyüp aynı hızla kapanacağı kadar. Çoğu insanın bana öyle gelmiş diyerek yaşamlarına devam edecekleri kadar... 10 saniye olsaydı televizyonlar bir alt yazı geçerlerdi elbette, yarım dakika sürse SON DAKİKA, FLASH HABER, AKDENİZDE SARSINTI gibi büyük puntolar ve bol ünlemler eşliğinde başlıklar atar, bilmemnereden bildirtirlerdi spikerlerine at yarışı sunar bir heyecanla! İnsanlar da televizyona çıkamadı haliyle, ben sölemiştim bakın karınca yuvaları şöyle oldu, ben yetkilileri uyarmıştım, bulut dalgalarından ben anlamıştım ama elimden bir şey gelmedi diyerek. Yer sarsıldı, 3 saniye. Alınacak çok büyük dersler vardı, kimse üzerine alınmadı. Yer, sarsıldı yer!

Aynı üç saniye içinde, aynı coğrafyada birisi herhangi bir nedenle kendini astı... İsmi Alexandır. Ahmet değil, Hüseyin değil. O gavur. Ölmesi lazımdı zaten. Bak teyzemin oğlu assaydı büyük olay olurdu. Ya da ben assaydım ne yapardım biliyor musunuz, önce bir sürü kişiyi öldürür öyle yapardım. Nasıl olsa gidiciyim, bikaç tane daha Alexandır öldürürdüm mesela. Kutsal bir yolculuk sayılırdı o zaman. Tabii ki amacım laf sokmak, Alexandır kardeşimdir benim."Kuru kuru gitmiş bir haber değeri yok ki, mesela cinnet geçirip önce karısını çocuğunu filan kesip sonra intihar etse... Of lan, manşetten verilmez miydi. Prim bile kapardım bu haber için" Kuru bir düşünceyle usul usul olay yerini terkeden bir gazetecinin iç sesi...

O üç saniye, deprem, intihar gibi bir sürü olayı kattı içine. Biz yalnızca, filankimin selülitini bildik... Bir zibidi bir yosmayla karısını aldatmış onu bildik. Karısının hiç umrunda olmadığı halde biz bildik. Biz biliriz biz! Biz toplu halde bilebildik mi hiç bir şeyi, denedik mi, bilemedim...

Aynı üç saniyeydi, sarsıntılar yan yanaydı. Bir ev deprem sarsıntısı ile hemen dibindeki ev ise tabureye tekmeyi vurduktan sonra 83 kilo Alexandır ilmek boynuna geçtiği an debelendiği için sallanıyordu. Aralarında çitlerin olduğu müstakil iki evdi bunlar, Alexandır'ın bahçesindeki ağaç ortadan kopmuş hemen yanındaki evin sahibi Hikmet Bey'in arabasının ta ortasına şimşek gibi inmişti! Üç saniye bitmişti, dördüncü, beşinci saniyeler ve daha fazlası gelebilirdi artık. Alexandır için 134. saniyeden sonrası artık olmayacaktı, Hikmet Bey hayatına devam ediyordu...

Çıktı, arabasının başında tarlası yanmış köylü gibi iki eli başının arasında sallandı durdu, ağıt bile yakabilirdi, mizacına tersti... Evden birinin kolu kopsa bu kadar abartmazdı Hikmet Bey, saygım yok kendisine ama toplumdaki itibarı ona Bey dememi gerektiriyor. Birden etrafını muhitin diğer sakinlerinin adam olanları sardı, Hikmet Bey'in desteğe ihtiyacı olabilirdi. Aynı desteği biri arabasına kedi bağlayıp sürüklese o kediye göstermezlerdi. Dalkavukluk tarihinin insanlık tarihinden daha eski olduğunun kanıtı, hatta anıtı gibi dimdik durdular Hikmet Bey'in yanında.

Hikmet Bey öfkeyle çevirdi kafasını ağaca doğru, Alexandır'ın sınırları içinde olduğunu ima eden bakıştı, içinde "seni gidi gavur" anlamı da vardı bu bakışın... Tahtadan, arkasında sürgüsü bile olmayan, zıplansa aşılabilecek dış kapıya sertçe bir tekme geçirip içeri girdi Hikmet Bey, ahali de arkasından... Bahçeyi hızla geçip evin kapısına dayandı, yumruklayarak tıklatmaya başladı kapıyı... Ağaç nasıl olur da ortadan kırılıp arabasının üzerine düşer hesabını vermeliydi bu gavur tohumu. Bunun hesabını sormanın saçma olacağının farkında değildi zaten, o arabasının hasarının bedelini alacaktı elbette! Yenisi gibi de olmazdı hasar gören bir eşya, belki de ondan aynısının yenisini istemek daha mantıklıydı. Ölen bir insanın da eskisi gibi olamayacağını bilemeyecekti şimdilik tabii. Kapı açılmayıp da içeriden tıkırtılar gelince daha bir öfkelendi, saklanamazdı, o kapı açılacaktı. Kalabalıktan en dalkavuk olanı kapıyı tekmelemeye başlamıştı bile, ama bilemeyeceklerdi hiç bir zaman Alexandır çok candır, kapısını kimseye kapatmaz, yalnızca kolu çevirmeleri yeterlidir... Kapı kırıldı nefretle dört, hatta ondört koldan! Tam zamanında ölmüştü Alexandır yoksa onu linç bile edebilirlerdi, ayakkabılarıyla evine girdiler, bu normaldi, problem yoktu, ayakkabıyla gezilen evlerdendi. Onların eve girişini, karanlıkta meşaleleriyle, ellerinde kılıçlarla cenk edenlere benzetirdiniz görseydiniz, atları yoktu ama at gibi kafaları vardı... İçlerinden kimisi Rezervuar Köpekleri'ndeki havalı yürüme sahnesinde hissetti kendini, bi çeken olsaydı da sonradan izleseydim kendimi isteği bile doğdu içinde. Merdivenlere gelene kadar sürdü bu yürüyüş, hava... Oradan sıkış tıkış çıktılar basamakları, Alexandır'ı tavanda asılı gördüler. Hikmet donakalmıştı... Yaklaşık bir üç saniye... Alexandır'a yürüdü, nabzını kontrol etti... Arabasının üstüne ağaç düşüp de bunu Alexandır'dan talep etmeyecek olsa bakmazdı bile!..

Arkasını döndü, kimsecikler yoktu...

Ersin Perk